Yazarlık Ceketi / deneme

Adnan FARUK (İzmir, 2023)

Yazarlık hissiyatı, nefes almak gibi devam eden bir olgu mudur, yoksa belli zamanlarda giyilip çıkarılan bir kıyafet gibi belirli anlara mahsus olarak yükselip alçalan bir duygu mudur?


İnsanın her an, her dakika kalemi elinde, yazmaya hazır (bir asker gibi) olmadığı aşikar. Hatta hayat meşgalesi, kalemdeki ketumluk ve duygulardaki sis bulutu sebebiyle çok uzun zaman dilimleri boyunca yazı yazamamış yazarlar biliyoruz. Buradan yazarlığın, sürekli yazma eylemi değil de, bunu hayat biçimi haline getirmek ve şiar edinmiş olmak olduğunu anlayabiliriz. Ancak bazı anlar oluyor ki, insan bu sıfatı üzerinde bir kıyafet gibi taşıdığını hissediyor, iliklerine kadar bu vasfın farkındalığına erişiyor ve yazarlık personasının getirdiği tatmin edici hazzı yaşıyor. Benim için bu hususun; gömlek, ceket ve kıravat gibi kıyafetleri giydiğimde meydana geliyor olması birazcık şaşırtıcı. Aslında şaşırmaktan öte, nedenini anlamaya yönelik bir sorgulama hali.


Bir yazar düşünelim. Gündelik yaşamında veya bir etkinliğe katılırken spor kıyafetler tercih edemez mi? Yahut bir şort ve tişört ile en ciddi yazılarını kaleme alamaz mı? Saç, sakal, makyaj gibi daha birçok faktörle bu soruları çoğaltabiliriz. Elbette bu örnek sorularla bir kınama amacım gütmediğim açıktır. Her tarz ve stile saygım olduğunu belirtmek isterim. Ben burada yalnızca, kendi içimde fakat kendimden bağımsız gelişen yazarlık profiline olan hayretimi izhar etmek ve bunu kelimelerle anlamlandırmak istiyorum.


Evvela, şunu söylemek gerekir ki, yazarlık benim için bir hayat stili ve bu bağlamda ciddi bir meseledir. Yazarlığı meslek olmaktan bağımsız olarak ele aldığımdan dolayı böyle bir ciddiyet atfediyorum. Çünkü gerek şahsım gerek Beyaz Mürekkep yazarları olarak sanatın ve dolayısıyla yazma sanatının, edebî ve estetik zevk yaşatmasının yanında topluma düşünsel manada bir katkı sağlama özelliğinin de var olduğuna ve bu işlevleri mezcederek sanatımızı ortaya koymanın gerekliliğine inanıyoruz. Sanat; hem sanat hem toplum içindir, anlayışıyla ciddi ve ehemmiyetli bir perspektiften ele aldığımız yazarlığı, gerek üslubumuzda var etmeye çalıştığımız olgunlukla gerekse yazmaya dair her hususa duyduğumuz hürmetle ortaya koyuyoruz. Satırdan sadra doğru inşa edilen bu süreçte, içimizde hissettiğimiz bu kutsiyet, bazı hususları yazarlıkla ilişkilendirmemize vesile oluyor. İşte benim için de kıyafet, bu hususlardan biri.


Giyim-kuşam, hayattaki birçok konu gibi teferruatı olan ve özen isteyen bir alan. İçinde nasıl hissettiğimize bağlı olarak, giydiğimiz elbiselerin duygu durumumuza tesir ettiği de bir gerçek. Bu gerçekliğin yanında bazı kıyafetlere yüklediğimiz değer ve manalar, o elbiselerin bizi çevrelediği bir dünyada -belki bir ütopya veya distopyada- bazı hisleri o dünyaya mahsus olarak derinlemesine yaşama imkanı sağlıyor. Bu bağlamda bana, daha olgun hissettirerek ruhumu manen bir ağırlık, elit bir keyfiyet ve belki biraz da mahzuniyet yaşatan bir dünya sunan gömlek ve de özellikle kravat ve ceketin, üzerimde bir paye gibi taşıdığım yazarlığı -ve şairliği- daha yoğun bir şekilde ve tüm ağırlığıyla hissetmeme vesile olduğunu söyleyebilirim. Nedenini düşünce de, iki kavram arasında kurduğum bu bağın kaynağını, eskiye dayandırıyorum. Kalemlerinden keyifle feyiz aldığımız şair ve yazarların -Erdem Bayazıt, Nazım Hikmet, Attila İlhan, Cemal Süreya gibi- yaşadığı dönemlerdeki kıyafet hassasiyeti ve ciddiyetine duyduğum hayranlık; böyle bir kutsiyet atfetmeme, böyle bir ritüel oluşturmama neden oluyor. Yazı tasarılarımı dolma kalemle yazma alışkanlığı da yine bu konuyla ilişkili.


Elbette meseleyi, salt nesnelerle ilişkilendirmek olarak gören ya da bu konuda farklı duyarlılığı olanları kapı dışarı etmeye çalıştığımı zanneden kişilere, bu anlattıklarım manasız gelebilir. Ancak sırf medyatik kimliğin verdiği avantajla kitaplar yazmanın, yazarlığı yazıcılığa dönüştürdüğü bir çağda; toplum ve insanlığa sanat aracılığıyla -ki bu, bizim için yazma sanatıdır- fayda sağlama gayesi taşıyan kişiler, yaptıkları bu kıymetli işin haiz olduğu değeri ve ciddiyeti fark ederek, bunu üzerlerinde bir paye, bir kıyafet gibi taşıyorlar. İşte, yazmayı kapitalist bir meta haline dönüştüren ve bundan nemalanan bireylerin aksine, kalemine daha ulvî gayelerle sahip çıkan kişilerin varlığı, beni bu benzetmeyi (kıyafet-yazarlık ilişkisi) yapmaya itiyor.


Bu noktada, üstümüze kıyafet giymenin amacının yalnızca çıplaklığımızı gidermek olmadığını hatırlatmak gerekir. Giydiklerimizin, karakterimize ve hayata bakışımıza dair izler taşıyabileceğini yahut muhatap olduğumuz insana ve onun da öncesinde kendimize duyduğumuz saygının bir nişanesi olabileceğini unutmamalıyız. Yazarlığı da bir kıyafet çerçevesinde ele aldığımızda, onu üzerimizde ne şekilde taşıdığımız, yazarlığa olan bakış açımıza ve bu bağlamda sanat anlayışımıza dair bazı ipuçları verebilir.


Netice itibariyle, bir yazar olarak tek gayem çıplak kalmamak değil, giydiklerim ve yazdıklarımla esaslı bir duruşa sahip olmak ve bu sayede insanları düşünmeye, itidalli olmaya ve dingin bir hayata yönlendirmeye vesile olabilmektir. Bu asil ceketi ömrümüzün sonuna kadar selametle taşımak ve nihayetinde bembeyaz bir kefen gibi tertemiz tutmak dileğiyle…